Date Archives Haziran 2016
Denfot 14 Haziran 2016 Haftalık Programı
“Sanat” Toplum Kalkınmasının neresinde?
Toplum kalkınması, “toplulukların ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarını iyileştirmek için onların kendi çabaları ile devletlerin bu yöndeki çabalarını birleştiren bir süreç” olarak ifade edilir. Aynı zamanda yenileşme yaratma ve insanların yenileşmeye uyum sağlama süreci için kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemin aracı ise ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların karşılanmasını anlatan somut sonuçlardır.
Yüzyıllar boyu insan, güzel sanatları, kendini ve içinde yaşadığı toplumu geliştirme, zenginleştirme ve güçlendirmede vazgeçilmez bir unsur olarak görmüş, kültür birikimini yarınlara aktarma konusunda bilinçli ya da bilinçsiz güzel sanatlardan yararlanmıştır. Toplumların gelişme ve ilerleme süreci de sanatın gelişmesine bağlıdır. Kültürel ve sanatsal olarak gelişen toplumlar her konuda kendini yetiştirmiş, gelişmişler. Günümüzün gelişkin toplumlarında bunu açıkça görmek mümkün… Zira özgür düşünebilen, özgürlüğü desteklenen, farklı alanların dokusunu ve kültürel birikimini soluyan toplumlar kendi geleceklerini daha iyi şekillendirebilmektedir.
Tolstoy, “İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da duyumsaması için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı” der. İnsan, nasıl duymaya, düşünmeye başladığı andan itibaren kelimenin gerçek anlamı ile yaşama girmiş olursa, insanlık da duygularını ve düşüncelerini sesler, çizgiler ve renklerle canlı ve cansız simgeler halinde şekillendirmeye başladığı andan itibaren, gerçekten tarih sahnesine çıkmış olur. Sanatın başlangıcı olarak görülen paleolitik çağ insanının mağara duvarlarına çizdiği resimler, figürler de toplumsallaşmanın, iletişimin ve kendini ifade etmenin bir biçimiydi.
Sanat, “insandaki estetik yanın irdelenmesi, algılanması, duyumsanması, sorgulanması ve insan nesne arasında güzele varma çabası” olarak tanımlanıyor. Sanatın toplumsal değişimleri kolaylaştırdığı; bireylerin anlama, düşünme, algılama yetilerini açık tuttuğu, duygusal yanlarını harekete geçirdiği biliniyor. Her sanat eseri, var olan bir şey, bir nesne ile ilgili; belli bir varlığı anlatır, ondan bir kesit ortaya koyar. Bir fotoğraf, belli bir doğa parçasının fotoğrafıdır veya bir insanın, olayın görüntüsüdür. Bir tiyatro oyunu, belli olayların simgelenmesidir. Bir şiir ya da müzik parçası, ya doğadan ya da insan ruhundan, insan duygularından bir anlatımdır. Sanatçının gördüğü, kavradığı ve gerçeklik olarak belirlediği varlığın bilgisi, sanatın öz konusunu oluşturur.
Genel olarak insanlar sanata ve sanat eserine, boş zaman değerlendirme ve emeklilikte bir meşguliyet aracı, bir süre uğraşılacak bir üst eylem ya da insani duyguların olgunlaşmasına yol açacak bir girişim olarak bakıyor. Hatta sanatçı diye topluma dayatılan bir takım popüler eğlendiriciler, mafya babalarına, şiddete övgüler düzen diziler, sanatı programlarına almayan siyasiler, argo ve bozuk Türkçesi ile ortalıkta cirit atan spikerler, filmler, yayınlar kol geziyor ve “sanat” kavramını yerle bir ediyor. Bir zamanlar bir siyasinin Yaşar Kemal için söylediği sözler hafızalardadır; “Ulan sen kimsin be, iki tane kıçı kırık roman yazmışsın, sahte kahraman olarak seni şımartmışlar, …..” İşte üretene, dünyanın saydığı bir edebiyatçıya politikacının bakışı…
Üniversite öğrencisi iken hocam Prof.Dr. Yahya Kemal Kaya derste anlatmıştı. Doktora için ABD’de bulunduğum sırada hocamız derste “Japonya’nın nüfusu ne kadar” diye sordu. Sınıftan iki el kalktı, biri benim diğeri de yine bizden biri. Halbuki sınıfta Japon arkadaşlarımız da vardı… Onlar ülkelerinin nüfusunu bilmiyorlardı. O zaman bu çok garibime gitmişti, hatta onları ilgisizlikle, bilgisizlikle suçladım… Sonra doktorayı bitirip ülkelerimize döndük. Aradan yıllar geçti bir gün Japon arkadaşımdan bir telefon aldım. “Yahya ben İstanbul’dayım, görüşelim mi?” Sözleştik, kalktım Ankara’dan İstanbul’a gittim. Buluştuğumuzda hayrola İstanbul’a neden geldin diye sordum. Cevap netti “Boğaz Köprüsünü yapmaya geldik”… (Hochtief AG – Cleveland Bridge and Engineering Company’de mühendis olarak çalışıyordu).
Yıllarca bireysel ve toplumsal gelişmemize, kalkınmamıza katkıda bulunmayan pek çok şeyi öğrendik. Felsefe derslerini programdan kaldırdık, 1924’de İtalya’dan getirilip Tandoğan Meydanına yerleştirilen “Su Perileri Heykeli”ni edepli bulmadığımızdan 18 yıl depoda beklettik, “sanat”a ve “düşünce”ye düşman olduk… Toplumsal ve kültürel kalkınmada, gelişmede sanatın ve özgür düşüncenin önemini anlatmadık…
Tandoğan’da bu heykelin yerine ne mi koyduk… Çaydanlık…
Sonra köprü altlarına, parklara “Angora Keçilerini ve Angora Kedilerini” serpiştirdik. Tek makineden çıkma, mekanik…
Al sana sanat… hem de kıçı açık…
Ordu Belediyesi de son zamanlarda benzer bir girişim içinde. Beş adet heykel “örfümüz, âdetimiz ve ahlaki denizli-velittinkalinkara-kultur-yazisi-2duyarlılığımızı da dikkate almak suretiyle halkın yoğun olarak görmediği alana taşınacak… Bunları depoya koymuyoruz, Kültür Müdürlüğümüz marifetiyle belirlediğimiz müzenin arkasında bir alana yine aleni bir sergileme ortamında sergileme kararını almış bulunuyoruz” deniliyor.
Onlar da bu heykellerin yerine “fındık” koyarlar…
Arap Yarımadasında Müslümanlarca put olur gerekçesi ile “heykel”, ikon olur diye “resim” yasaklanmıştır. Bugünün dünyasında bile koyu Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde tek bir heykel ve açıkta sergilenen tek bir resim bulunmamaktadır. Osmanlı da aynı gerekçelerle heykel ve resme sıcak bakmamıştır. Neyse ki saraya giren dini ve ırkı farklı çok sayıda sultan ve cariye nedeniyle sarayın içinde birkaç resim yapımına göz yumulmuştur. Bugün çocuklarımıza gösterdiğimiz padişah resimlerinin tümü yabancılar tarafından çizilmiştir. Heykel ise asla bulunmamaktadır.
Nedir bu taşlardan çektiğimiz… Ulu orta yerde… Toplumun ahlakını bozuyorlar, çocuklarımızı kötü yola teşvik ediyorlar.
Denizli’de de benzer uygulamayı yaptık. “Muzır” olarak görülen “Hamamda çıplak kadın ve çocukları” heykeli değersiz ve erotik bulunarak zamanın Belediye Başkanının direktifi ile Candoğan Parkı’ndan sökülmüş Pamukkale’ye sürgüne gönderilmişti (1986). Çıplaklık kavramının sanatın bir unsuru olduğunu belirten Rektör Prof.Dr. Hasan Kazdağlı 2005’de heykeli kente geri getirmiş, “muzır heykel” Kınıklı’da kampus alanında gölet kenarına yerleştirilmişti. Neyse ki, o yerinde, biraz da gözden ırak, kimseye zarar vermeden, poşete girmeden, tekrar sürgüne gönderilmeden öylece duruyor…
***
Anadolu en ilkel dönemden başlayan Yunan ve Roma sanatının zirveye çıktığı döneme kadar bir müze ve heykeller bahçesiydi. Heykelin ve güzel sanatların vatanı olan bu coğrafyada semavi dinlerin yok ettiği sayısız sanat eserini hiçbir zaman bir daha göremeyeceğiz; bir kısmının varlığından bile haberdar olamayacağız. Son günlerde heykel tahrip etme, beğenilmeyen eserleri giydirme, “muzır” olarak görme günlük politikanın parçası olmaya başladı.
Tüm bu olumsuzluklara karşın Kömürcüoğlu tarafından Denizli’de altıncısı gerçekleştirilen “Uluslararası Taş Heykel Kolonisi’ de sanata ve sanatçıya duyarlılık açısından çok önemli. Acaba sanata, yaratıcılığa, özgür düşünceye karşı olup da kalkınmış bir ülke biliyor musunuz?
Yazının sahibi: Prof.Dr. Velittin Kalınkara